ISSN 1301-1375 | e-ISSN 2146-9113
Turkish Journal of Cerebrovascular Diseases - Türk Beyin Damar Hast Derg: 8 (3)
Volume: 8  Issue: 3 - Aralık 2002
RESEARCH ARTICLE
1.Acute stroke therapy-Are we ready? Admission time and factors delaying admission in acute stroke
Babür Dora, Mehmet Yardımsever, Sevin Balkan
Pages 133 - 139
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut strok tedavilerinin sürekli gelişmesine rağmen tedavi için gereken terapötik zaman aralığının kısa olması nedeniyle akut strok tanısı ile başvuran hastaların önemli bir kısmı bu tedaviyi verebilecek donanıma sahip strok merkezlerine ulaşsalar dahi tedavi şansını kaybetmektedirler.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada bölgede akut strok tedavisi için yeterli donanıma sahip tek merkez olan Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi (AÜTF) Nöroloji servisine strok tanısı ile yatan hastalarda başvuru süreleri ve bu süreyi geciktiren etmenler 80 hasta veya yakınlarına verilen bir soru formu ile araştırılmıştır.
BULGULAR: Hastaların %31’inin strok başlangıcından sonraki ilk 2 saatte ve %51’inin ilk 5 saatte AÜTF acil servisine ulaşabildiği görülmüştür. Hastaların AÜTF’ne ulaşma sürelerini anlamlı derecede geciktiren faktörlerin Antalya dışında oturuyor olmak, mesafenin uzunluğu, ilk tıbbi yardıma başvurunun geç olması ve AÜTF’ne gelene dek çok sayıda basamaktan geçmiş olmak olduğu saptandı. Bunların dışında değiştirilebilir faktörlerden en önemlisi tıbbi personelden kaynaklanan gecikmelerdi ve geç gelen hastaların %50’den fazlasında etmendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akut strok tedavilerinin daha geniş kitlelere ulaştırılabilmesi için hastaların ve tıbbi personelin strok’un semptom ve bulguları konusunda eğitimi, strok’un da miyokard infarktüsü gibi çok acil bir durum olduğu bilgisinin yerleştirilmesi ve hasta yakını ve doktorların bu hastaları vakit kaybetmeden strok tanısı ve tedavisi konusunda uzmanlaşmış donanımlı merkezlere iletmelerini sağlayacak bir sağlık politikasının yerleştirilmesi gerekmektedir.
INTRODUCTION: Despite continous improvement in therapies for acute stroke, a great proportion of patients reach specified stroke centers too late to be able to receive these treatments because the therapeutic time window in acute stroke is narrow.
METHODS: In this study the admission time to the Akdeniz University Medical Faculty (AUTF) hospital, which is the only centre with appropriate experience and equipment for giving acute stroke therapies in that region, and the factors delaying admission were assessed in 80 stroke patients by use of a questionnaire.
RESULTS: Thirty-one percent of the patients reached the AUTF emergency unit within 2 hours after the onset of stroke while 51% did so within 5 hours. Factors significantly delaying admission time were living outside of Antalya, distance, delay in seeking first medical assistance and going through more than one step before reaching the AUTF emergency unit. Besides these, the most important changeable factor was delays caused by medical staff in other hospitals which was the reason for delay in over 50% of patients arriving too late.
DISCUSSION AND CONCLUSION: To be able to give acute stroke treatment to a larger proportion of the population it is essential educate both patients and medical staff about stroke symptoms Furthermore it should be emphasised that stroke is an emergency, just like myocardial infarction. Health politics enabling both patients and doctors to lead patients with acute stroke to large centers experienced in acute stroke care immediately also need to be established.

2.Comparison of modifiable risk factors in non-lacunar and lacunar infarct patients
Abdulkadir Koçer, Eren Gözke, Nurhan İnce, Güler Gez
Pages 141 - 147
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma inme insidansını etkileyen ve modifiye edilebilir risk faktörlerinin nonlaküner ve laküner inme olgularında dağılımını belirlemek amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: PTT Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Kliniği’nde serebrovasküler hastalık nedeniyle takipte olan 147 olgu retrospektif ve prospektif olarak değerlendirildi. Nonlaküner ve laküner enfarkt ayırıcı tanıları kranial MRG incelemeleriyle yapıldı. Kranial MRG’lerinde hem nonlaküner hem laküner enfarkt saptanan olgular çalışma kapsamına alınmadı. Nonlaküner ve laküner inme olgularına ait risk faktörlerinin arasındaki farklılık istatistiksel olarak araştırıldı.
BULGULAR: 91 olguda Nonlaküner Enfarkt (NLE) ve 56 olguda Laküner Enfarkt (LE) tanıları kondu. İnme tipi ile hastaların yaş ve cinsiyetleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmadı. Hastalarda en sık rastlanılan risk faktörleri hipertansiyon (%70.1), diyabet (%32.0) ve hiperlipidemi (%21.1) idi. Risk faktörlerinin karşılaştırılmasında nonlaküner ve laküner inme grupları arasındaki farklılık istatistiksel olarak anlamlı değildi (P>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hem nonlaküner hem de laküner inme olgularında en sık rastlanılan risk faktörü hipertansiyondu. Sigara kullanımı ve hiperlipideminin laküner inme grubunda; özgeçmişte serebrovasküler hastalık (SVH) öyküsü ve atrial fibrilasyon varlığının nonlaküner inmeli grupta daha yüksek oranlarda gözlenmesi dikkat çekici bulundu.
INTRODUCTION: This study was performed in order to determine modifiable risk factors affecting stroke incidence in non-lacunar and lacunar stroke patients.
METHODS: One-hundred and forty seven inpatients with cerebrovascular accidents at the Department of Neurology of PTT Teaching Hospital were analysed retrospectively and prospectively. The differential diagnosis of non-lacunar or lacunar infarcts was evaluated by MRI. The patients having both types of infarcts in MRI were excluded.
RESULTS: Of 147 patients, 91 had non-lacunar infarct and 56 had lacunar infarct. There was no significant difference between stroke types ( non-lacunar or lacunar ) and the age or sex of patients. The most commonly identified modifiable risk factors in these patients were arterial hypertension (70.1%), diabetes mellitus (32.0%), and hyperlipidemia (21.1%). There was no significant difference in the frequency of risk factors in non-lacunar or lacune stroke groups (P>0.05). The most frequent risk factor was hypertension in both groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Interestingly, the incidence of cigarette smoking and hyperlipidemia was higher in patients with lacunar stroke whereas history of cerebrovascular accident and atrial fibrillation was observed relatively in higher proprotions with non-lacunar infarcts.

3.Ischemic stroke after acute myocardial infarction
Nilda Turgut, Ufuk Utku, Galip Ekuklu, Fatih Özçelik, Özlem Birgili
Pages 149 - 152
GİRİŞ ve AMAÇ: Miyokard infarktüsünden (MI) sonra iskemik strok riskinin artış gösterdiği bilinmektedir. Az sayıda çalışmada, MI sonrası strok sıklığı, MI lokalizasyonu ile olan ilişkisi ve iskemik strokun prognozu incelenmiştir. Çalışmamızda iskemik stroklu hastalarımızdan, akut MI sonrası altı hafta içinde strok gelişenlerinde klinik, kardiyolojik ve radyolojik özellikler kontrol grubu ile karşılaştırılarak araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 1997-Haziran 2001 tarihleri arasında, kliniğimize akut iskemik strok nedeniyle yatırılarak izlenen 2276 vakadan, son 6 hafta içerisinde MI geçiren 23’ü (%1.01) çalışmaya alınmıştır. Kontrol grubu oluşturulurken her hasta ile benzer özellik gösteren, MI öyküsü olmayan 2 akut iskemik stroklu hasta rasgele olarak seçilmiştir. Her iki grup yaş, cins, risk faktörleri, klinik bulgular, strok etyolojisi ve prognoz özelliklerine göre karşılaştırılmıştır. Ayrıca hasta grubunda kardiyolojik muayene, EKG ve ekokardiyografi ile MI özellikleri incelenmiştir.
BULGULAR: İncelenen değişkenlerden sadece strok etyolojisi ( hasta grubunda kardiyoemboli %82.6, kontrol grubunda %47.8; p<0.05, hasta grubunda küçük damar hastalığı %0, kontrol grubunda %9 p<0.05) ve klinik bulgular (hasta grubunda TACI+PACI %56.5, kontrol grubunda %34.8 p<0.05) farklılık gösterirken, yaş, cins, diğer risk faktörleri ve prognoz yönünden bir farklılık bulunmamıştır. Hasta grubumuzun %47.8’inde anterior, %43.4’ünde inferior lokalizasyonda MI tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada da gösterildiği gibi MI’dan sonra gelişen iskemik strok diğer iskemik stroklardan bazı klinik ve radyolojik farklılıklar göstermektedir. Ayrıca MI lokalizasyonu iskemik strok gelişiminde belirleyici bir faktör olarak belirlenmektedir.
INTRODUCTION: It is known that risk of ischemic stroke increases after myocardial infarction (MI). There are few studies about frequency of stroke following myocardial infarction, relationship between localisation of lesion of myocardial infarction and stroke, and prognosis of ischemic stroke. In this study clinical, cardiological and radiological properties of ischemic stroke patients who had stroke within six weeks after MI, among our ischemic stroke patients were studied, and compared with control group.
METHODS: 23 patients were included in the study from 2276 acute ischemic stroke patients who admitted between January 1997 and June 2001. These 23 patients (%1.01) have had history of MI within six weeks. For each patient two randomised control subjects who have had no history of myocardial infarction were chosen for the study. The two groups have compared for age, gender, risk factors, clinical findings, etiology of stroke and prognosis. ECG, echocardiography and cardiological examinations were performed for all patients in the study group.
RESULTS: Etiology of stroke (82.6% of study patients and 47.8% of controls had cardioembolic stroke; p< 0.05, %0 of study patients and 34.8% of controls had small vessel disease; p<0.05) and clinical findings (56.5% of study patients and 34.8% of controls had TACI+PACI; p<0.05) were found different between the two groups. There was no difference for age, gender, other risk factors and prognosis. 47.8% of patients had anterior, 43.4% of them had inferior myocardial infarction.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As indicated in this study, ischemic stroke following myocardial infarction has clinical and radiological differences from other subtypes of stroke. Also localisation of myocardial infarction is a predictive factor for ischemic stroke.

4.EMG biofeedback therapy in the reeducation of the hemiplegic hand: the effect of sensory loss in results
Onur Armağan, Funda Taşçıoğlu, Cengiz Öner
Pages 153 - 157
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı, duyu kaybı olan ve olmayan hemiplejik hastaların el rehabilitasyonunda, EMG Biofeedback ve nörofizyolojik tedavi yaklaşımlarının etkinliğini araştırmaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma prospektif bir klinik çalışma olarak planlandı. Hemiparezi dereceleri farklı, belirgin spastisitesi olmayan 21 hasta çalışmaya alındı. Hastalar duyu kaybı bulunup bulunmaması açısından 2 gruba ayrıldı. On bir hastadan oluşan 1. grupta duyu fonksiyonu normal olarak değerlendirildi. On hastadan oluşan 2. grupta ise duyusal kayıp mevcuttu. Tüm hastalara 20 gün süre ile EMG Biofeedback (el bilek ve parmak ekstansör kaslarına) ve nörofizyolojik tedavi yaklaşımı içerisinde egzersiz tedavisi uygulandı. Tedavi öncesi ve sonrasında el bilek ekstansörlerinin kas gücü, yüzeysel EMG aktiviteleri, eldeki kavrama gücü ve Brunnstrom’ un el için geliştirdiği motor iyileşme evreleri kaydedildi.
BULGULAR: Tedavi öncesiyle karşılaştırıldığında her iki grupta da kas gücü, yüzeysel EMG aktiviteleri ve Brunnstrom’un motor iyileşme evreleri açısından istatistiksel olarak anlamlı iyileşmeler elde edildi. Gruplar birbiri ile karşılaştırıldığında Brunnstrom’un motor iyileşme evrelerinde Grup 1 lehine anlamlı farklılık saptandı (p<0.05). Kavrama gücü açısından ise sadece grup 1’de yer alan hastalarda anlamlı bir artış bulundu (p< 0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Elde ettiğimiz bu sonuçlar, EMG biofeedback tedavisinin tüm hemiplejik hastalarda yararlı olmakla birlikte, duyusal kaybı olmayan hemiplejik hastalarda daha etkili olduğunu kanaatini doğurdu.
INTRODUCTION: The present study is aimed to investigate the value of EMG Biofeedback and neuromuscular facilitation techniques in the rehabilitation of hemiplegic hands in patients with or without sensory loss.
METHODS: This was a prospective clinical trial. Twenty-one patients with different grade of hemiparesis and with minimal or no spasticity were divided into two groups: group 1 (n=11) with normal sensation: group 2 (n=10) with sensory loss. Neuromuscular facilitation techniques and EMG Biofeedback treatment (finger and wrist extensor muscles) were applied to all patients for 20 days. Muscle strength measure for wrist extension, grip strength, Brunnstrom’s motor recovery stage for hand and surface EMG potentials were evaluated before and after the treatment.
RESULTS: In both groups, a statistically significant improvement was observed with regard to muscle strength, Brunnstrom’s stage, and surface EMG potentials. When two groups Were compared to each other, the results from Brunnstrom’s recovery stage of patients with normal sensation were better than those of patients with sensory loss (p<0.05). A significant improvement in grip strength was seen only in patients with normal sensation (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results showed that EMG biofeedback therapy was beneficial in all hemiplegic patients and especially more effective in patients with no sensory loss.

5.Glaucoma in migraine and tension type headache
Ercan Mensiz, Süleyman Kutluhan, Erdal Aytuluner, Galip Akhan, Serpil Demirci, Baran N. Cengiz
Pages 159 - 162
GİRİŞ ve AMAÇ: Migren ve glokom etiyolojisinde vazospazm veya hipoperfüzyona dayalı teoriler ve bazı serilerde her iki hastalığın dikkat çekici şekilde birarada bulunması bu iki hastalığın patogenezinde ortak yolakları düşündürmüştür. Bazı çalışmalarda glokom hastaları arasında normal populasyona göre istatistiksel olarak anlamlı veya anlamsız boyutlarda migren sıklığı bildirilmiştir. Bu çalışmada farklı bir şekilde migrenli veya gerilim tipi başağrılı bir grupta ve kontrol grubunda glokom sıklığını araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ardışık, başka yönlerden sağlıklı 125 migren, 106 gerilim tipi başağrısı ve yaş ve cins uyumlu, başağrısı yakınması olmayan 86 kontrol olgusu (Yaş ortalamaları sırasıyla 36.38±10.20, 37.27±15.10 ve 35.05±11.35) çalışma gruplarını oluşturdu. Tüm olgular oftalmolojik muayeneden geçirildi.
BULGULAR: Migren, gerilim tipi başağrısı ve kontrol gruplarında sırasıyla 5.6%, 2.83% ve 2.33% glokom sıklığı tespit ettik. Grup çiftleri arasında ve genelde glokom sıklığı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Şuna dikkat çekmek gerekir ki, migren tedavisinde kullanılan pek çok ilaç, örneğin ergotaminler vazokonstriksiyon yaparlar ve glokom ile migren arasında anlamlı ilişki gösteren çalışmalarda bu ilaçların yüksek glokom prevalansında rol oynayıp oynamadıkları tekrardan düşünülmelidir. Daha geniş ve odaklanmış migren ve glokom serileri daha güvenli sonuçlar verebilir. Ergotaminler ve vazokonstriktör ilaçlarla kontrollü çalışmalar bunların özellikle düşük basınçlı glokom patogenezindeki rolünü açığa çıkarmak için faydalı olacaktır.
INTRODUCTION: Various theories depending on vasospasm or hypoperfusion in migraine and glaucoma etiologies and remarkable coexistence of both diseases in some series inspire a common pathway in the pathogenesis of both diseases. Higher prevalances of migraine compared to the normal population have been reported, either significant or nonsignificant, among glaucoma patients. In this study, in a reverse style, we aimed to investigate the frequency of glaucoma in patients with migraine and tension type headache, and a control group.
METHODS: Consecutive, otherwise healthy 125 patients with migraine, 106 patients with tension headache and age and sex matched 86 control subjects (mean ages: 36.38±10.20, 37.27±15.10 and 35.05±11.35 respectively) without headache complaints constituted the study groups. All subjects underwent an ophthalmological examination.
RESULTS: We detected glaucoma prevalences of 5.6%, 2.83% and 2.33% in migraine, tension type headache and control groups respectively. There was no statistically significant difference between group pairs and overall in respect to glaucoma prevalences.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It should be pointed out that the drugs used to treat migraine produce vasoconstriction (e.g., ergotamines) and in studies that show significant correlations between glaucoma and migraine, it should be reconsidered if these drugs play a role in the high glaucoma prevalences. Wider and focused migraine and glaucoma series may provide more reliable results. Controlled studies with ergotamines and vasoconstrictive drugs are recommended to clarify their role in particularly low tension glaucoma pathogenesis.


CASE REPORT
6.Bilateral acute spontaneous subdural hematoma caused by rupture of a posterior communicating artery aneurysm: case report
İhsan Solaroğlu, Erkan Kaptanoğlu, Etem Beşkonaklı, Yamaç Taşkın
Pages 163 - 165
Bu makalede posterior kommünikan arter anevrizması rüptürüne bağlı gelişen bilateral akut subdural hematom olgusu sunulmuştur. Bu olgu, posterior kommünikan arter anevrizması rüptürüne bağlı gelişen ilk bilateral akut subdural hematom olgusudur. Literatür gözden geçirilmiş ve bu oluşumun muhtemel mekanizmaları tartışılmıştır.
A case of bilateral acute spontaneous subdural hematoma which was caused by rupture of a posterior communicating artery aneurysm is presented. This is the first case of posterior communicating artery aneurysm rupture which causes bilateral subdural hematoma. In the literature comparable cases are reviewed and possible mechanisms for this occurrence is discussed.

REVIEW
7.Therapeutic approaches for cerebral venous thrombosis
Atilla Özcan Özdemir, Gazi Özdemir
Pages 167 - 173
Son yıllardaki non-invazif gelişmeler sayesinde Serebral Venöz Trombozların (SVT) erken tanısı mümkün olabilmekte ve önceden tahmin edilenden daha sık olduğu anlaşılmaktadır. SVT’larda 60 yıldır kullanılmakta olan heparin hala ilk seçenek olarak yerini korumakta, yapılan klinik çalışmalarla birlikte kumadin kullanılması gerektiği de vurgulanmaktadır. Düşük molekül ağırlıklı heparin son yıllarda özellikle INR ile izleme yaptırmayacak veya eğitim düzeyi kumadin kullanmadaki titizliğe uyamayacak durumdaki hastalarda önerilmektedir. Heparinlere rağmen klinik durumu gittikçe kötüleşme gösterenlerde lokal veya sistemik trombolitik, reolitik-mekanik trombektomi, balon anjiyoplasti veya cerrahi trombektomi girişimleri de yeni yeni önerilmektedir.
Cerebral venous thrombosis (CVT) can be able to diagnosis from recent non-invasive technical procedures and it is understood that those are more common than before. Heparin has used since 60 years and it is first drug for CVTs at this time yet. According to clinical investigations heparin must be given with coumadine together. Low molecular weight heparin is especially recommended to the patients whom if its educational level is low for long time therapy and the cooperation with it is not good. If the clinical condition of the patient goes on to bad, other therapeutic approaches (for example local or systemic thrombolytic, rheolytic-mechanic thrombectomy, balloon angioplasty or surgical thrombectomy) may be recommended.

LookUs & Online Makale